USTACA YAŞAMAK
9 Nisan 2012
Kendinizi bezgin ve yorgun hissediyorsunuz… Aynı zamanda tahammülünüz azalmaya başladı ve öfke patlamalarınız oluyor. Bunlara pek mutlu olmadığınız duygusu da eşlik ediyor. Trafikte öfke katsayınız daha da artıyor ve sizinle yolculuk edenler sık sık sizi uyarma ihtiyacı duyuyor…
Bunlar size tanıdık geldi mi? Ne oluyor size? Niye herşey üstünüze üstünüze geliyor? Niye patlamaya hazır bir bomba gibi dolaşıyorsunuz ve bundan nasibini en çok eşiniz ve çocuğunuz alıyor?
Tekrarlar, tekrarlar… Hergün aynı düzen içinde hayatın akıp gitmesi ve ev, iş, televizyon üçgeninde bir yaşam.
Yıllar önce bir film seyretmiştim; hergün aynı rutinde yaşayan bir adamın hikayesiydi ve bir sabah uyanıp aynaya baktığında; “Yine ben” diyecek kadar kendinden sıkılmıştı. Gerçi başka bir filmde de adam sabah uyanıyordu ve uyuyan karısına bakıp; “Yine sen” diyordu ki bunu da işin mizahi tarafı olarak düşünelim.
Evli çiftlerle çalışırken farkettiğim birşey var. Çiftlerden herhangi biri kendine zaman ayırma konusunu ciddi bir şekilde ihmal ediyor. Kendi bireysel alanı yok! Hatta ne yapmaktan hoşlanırdı onu bile unutmuş. Kadın olan taraf çocuğundan ayrı bir program yapsa, çocuğuna karşı suçluluk duyuyor. Erkekler ya çok işkolikler ve eve bile iş getiriyorlar ya da akşam eve gelince kafayı televizyonla boşaltmayı tercih ediyorlar.
Beyler, hanımlar! Ne zamandan beri kendi başınıza sevdiğiniz bir şeyi yapmıyorsunuz? Çocuklara bir formül bulup onlar olmadan birlikte başbaşa vakit geçirmeyeli ne kadar oldu? Bir hobiniz var mı? Sanatla ne kadar ilgileniyorsunuz? Büyük şehirler hele İstanbul, İzmir ve Ankara bu konuda bir cennet.
Sahiden ruhunuzu nasıl besliyorsunuz?
Hayat bir nehir gibi akıp gidiyor değil mi? Bu nehirin beslendiği kollar olmazsa nehir kurumaya yüz tutar, debisi düşer. İnsan ruhu da böyledir, eğer onu beslemezseniz cansızlaşır, yoksullaşır… Sokaktan, hayattan, doğadan, sanattan, insandan beslenecek ruhumuz. Yani dosttan, güzel bir sesten, bir piyanodan, bir kemandan, sinemadan, kitaptan, oyundan, danstan, kırdan, bahçeden, denizden, kuşdan, böcekten, çiçekten…
Sevgilinin dizinden, nefesinden, saçınızda gezinen elinden… Besliyor musunuz ruhunuzu?
Birisine dokunmak aynı zamanda ruhuna dokunmaktır, ne kadar dokunuyorsunuz sevdiğinize… Hadi bir düşünün; çocuğunuza, eşinize, sevgilinize yeteri kadar dokunuyor musunuz? Dokunmanın hem onlara hem size ne kadar iyi geldiğini biliyorsunuz, sadece yapmaktan utanıyorsunuz, çünkü size de yapmadılar veya yapıyordunuz da bıraktınız; iş, güç, hayat işte bıraktınız!
Yapmayın, kendinize bunu yapmayın! Silkelenin kendinize gelin, tekrar ettiğiniz şeylerin sonu yok, ama hayatın sonu var. Koşuyorsunuz da nereye? Nihai son elbette ölüme. Şöyle oturup da bir ölüme yazgılı olduğumuzu da düşünmek zorundayız ki yaşamımıza anlam katan şeylere sahip çıkalım.
Kayaların arasından fırlayan yeşil otlar gibi, hayatımızı yaşanılır kılan güzelliklere sahip çıkalım ve onları deneyimlerken kendimizi bırakalım, teslim olalım. “Görev adamı” olmanın dışında da bir hayat var ve bize ihtiyacı olanlar var. Onlara da yetebilmek için önce kendimiz mutlu olmalıyız, gevşemeli, rahatlamalıyız.
Sizin hayatınız tek ve çok değerli, en önce mutlu olmayı hak görün, sonra ihtiyacınız olan şeyleri bir bir hayatınıza katın. Mesela; Van Gogh’ un Antrepo 3′ deki sergisine gidin ve “Sonunda alaycılık, şüphecilik ve riyakarlıktan bıkacak ve daha müzikal yaşamak isteyeceğiz.” diyen bir ressamın duygu ve renk ziyafeti arasında kaybolun. Devamında Tophane’ den Karaköy İskelesi’ ne kadar yürüyün, yanınızda kim varsa onunla veya yalnız, balık restoranlarından birine oturup günün keyfini çıkarın.